Saçlarımı tarar mısın Feride?
- İlk bırakıp gidene… Feride’ye…-
Ertesi gün gitmişti. Döner diye bekledim ama dönmedi. Hiç dönmedi. Hoş, gitmesini ben istemiştim. Hatta dönmemesini de… Peki bu boşluk neden? Bu kırıklık? Bu anlamsız acı? Neden?
…
Onunla beraber eve bir sürü yabancı doluyor. Ben henüz doğru mu yaptım, yanlış mı, kendimle tartışıp dururken, o, eski kocaman bavulu, siyah postalları, uzun etekleri, bol kazakları, dizi yırtık kotu, boncuk kolyeleri, hızması, siyah ojeleri, duvar yazıları, kaplumbağası, mumları, tütsüleri, tarot kartları, doğunun gizemli dünyasından batıya buhur buhur akan kitapları ve bitmek tükenmek bilmeyen dostlarıyla evin her köşesine siniyor. Günde en fazla üç kez çalmayı becerebilen telefonum onun gelmesiyle sabahtan gece yarılarına kadar yeni sesler taşıyor kulaklarıma. Vazodaki yapma güllerin yerini her hafta başı değiştirilen mevsim çiçekleri alıyor. Sigara içmek yasak. Her nasılsa bu kurala eve gelen herkes uyuyor. Tuhaf ama ben de…
“Aslında ölüm hayatın bir parçası. Yani… Bir evin farklı odaları gibi. Yalnızca bir odadan diğer bir odaya geçiyorsun hepsi bu…”
Kurumuş çiçekleri vazodan çıkarıp çöpe atıyor. Suyu döküyor. Vazoyu çalkalayıp içine yeni su koyuyor. Ve sonra yeni çiçekler…
“Asıl sorun, bulunduğun odaya nasıl baktığında. O odadaki görüntüleri, sesleri sanki sana aitmişçesine sahiplenmende. Eğer bu alışkanlığı kırabilirsen korkunu da yenersin. Korkunu yener ve diğer odaya daha rahat geçersin.”
İrkiliyorum. Nasıl anladı? Ölümden korktuğumu nasıl anladı?
“Gözlerin… Şu attığım çiçeklere öyle bir bakışın var ki…”
…
El yordamı bir anıya tutunuyorum zihnimin karanlığında. Annemin öldüğü gün dostlarından, akrabalarından gelen yığınla çiçeği ağlayarak tekmelediğimi hatırlıyorum. “Yoğun işleri dolayısıyla gelemeyerek taziyelerini bildiren” dostlarından gelen çiçekler… Hepsi çöpü boyluyor.
Bir tek, annemle babamın, ilk evlilik günlerinde, ilk büyük kavgalarını etmelerine neden olan yapma çiçekler kalıyor evde. Annemin, bu çiçeklerin öyküsünü hüzünlü bir gülüşle anlatışı gözlerimin önünde…
“Ama sevgilim, dedi, baban olacak o deli, gerçek çiçek getirsem iki gün sonra solacak. Bunları ömrünün sonuna kadar saklayabilirsin. Fena mı yani? ”
…
Neden o çiçeklerin atılmasına hiç sesimi çıkarmıyorum, anlamıyorum. Daha bir çok şeyi anlamadığım gibi…
…
Telefonun sesiyle uyanıyorum. Saat dört. Akşam. Dün gece de hiç uyuyamadım. Sersem gibiyim.
“Efendim?”
“Feride?”
“Ah… Hayır. Feride yok…”
“Tamam. Ben sonra yine ararım.”
Telefon kapanıyor. Tam “O gitti” diyecekken… “Bir daha dönmeyecek” diyecekken… O gitti… Gitti… GİTTİ!
…
Kendi evini gözetleyen bir röntgenci gibiyim. Ya da… Hani korku filmlerinde olur ya; şöminenin üzerindeki, bir önceki yüzyıldan kalma, nesiller öncesinin büyük büyük babaanne portresi gibi… O eskiye ait gösterişli giysisi ve duruşuyla yüzyıl önce çok farklı bıraktığı evini korkunç ve zorunlu bir sessizlikle izleyen bir babaanne…
Değişim öyle hızla yakıyor ki eskiyi, bu büyük yangından hiçbir şey kurtaramıyorum.
…
Bir akşam dönüşümde, nefis bir sofrayla karşılıyor beni. Şarap… İçmeyeli ne kadar olmuştu? O gece sarhoş oluyorum.
Sabah, darmadağın bıraktığımız mutfağın kapısına asılmış bir not buluyorum: “Sakın toplama. Bozulurum. İyi bir kız ol. Gelince beraber hallederiz. Öptüm.” Su içilmiş bardağa bile dayanamayan ben, gece yarısına kadar, o gelsin de mutfağı beraber toplayalım diye bekliyorum.
…
“Hiç sevgilin oldu mu senin?”
Ne anlamsız soru…Tabii ki olmuştu! Çok eskiden… Annem yaşarken… Ona anlatırdım hep…
“Amaan… Sen bana bakma. Saçmalıyorum işte… Olmaz olur mu hiç?”
Duruyor. Merak atlarını dizginlemeye çalışıyor. Ama öyle vahşiler ki karşı koyamıyor.
“Ne oldu sonra?”
Dizginlerinden kurtulup dört nala koşan atları seyrediyorum yüzünde. Yanlış anlıyor. “Tabii istemezsen anlatmazsın. Rahat ol…”
Anlatmayı istemiyorum. Aslında gizleyecek bir şey yok. Herkesinki gibi bir aşk öyküsü işte… Ben anlatmayı istemiyorum. Sırf atlar özgür kalsın diye…
…
Çiçekler soluyor. Perdeler kapalı. Mutfak darmadağın. Duvarlara yapıştırdığı notlar teker teker düşüyor.
Hastayım.
…
Hasta buluyorum onu. Hiç alışkın olmadığım bu aciz görüntüsü korkutuyor beni. Soğuk ter döküyor. Yüzü bembeyaz. Koşup nane limon kaynatıyorum. Zorla içiyor. Bir aspirin…
“ Hayır…” diyor. “Midem rahatsız.”
Gece sayıklıyor durmadan. Birisinden özür diliyor. Bir kadın ismi. Sevim…
“Sevim kim?”
Sabah. Kahvaltıda sanki hiçbir şey olmamışçasına oturuyor karşımda. Bir gece öncesi yaşanmamış gibi. Oysa ben yorgunum. Atlarımsa dolu dizgin…
“ Sevim… kim?”
Soru tekrarlanınca bir boşluğa düşüyor. Şaşırıyor çünkü. Çünkü ben soru sormam.
“Sevim…” Elindeki fincanı yavaşça masaya bırakıyor. “Annemdi…”
Bir insan neden bu kadar zorlanır annesinden söz ederken? Neden özür diler ondan kâbuslarında? Ve neden hiçbir bağ yokmuş gibi yaşar geçmişiyle?
“ Ne oldu peki? ”
Kendime dönüyor soru. O karşımda kayboluyor… Annem geliyor.
…
Annemi hatırlıyorum… Ben beş yaşındayken tüm ailesini karşısına alarak babamı terk ediyor.
“Yapma…” diyorlar. “ Bizim ailemizde boşanmak yoktur. Ne olursa olsun o senin kocan. Düzelir bir gün… Hep böyle olacak değil ya! ”
Annem inanmıyor bu sözlere… İnanamıyor. Ne kadar istese de…
“Sen can simidimizdin sanki…” diyor. “Koskoca iki insanın beceremediği şeyi, senin becermeni bekliyorduk. Evliliğimizi sen kurtaracaktın. Dedeler, teyzeler, amcalar… Herkes seni bekliyordu. O küçücük can parçası bir ümitti bu büyük sülâle için. Benim içinse… Öyle farklı bir şeydin ki! Öyle büyük… Öyle anlatılmaz! Her kıpırdanışında daha da bağlanıyordum sana. Seni daha görmeden çok sevmiştim. Çünkü… Çünkü, beni yalnız bırakmıyordun. Beni dinliyordun. Sana öyküler anlatıyordum. Şiirler okuyordum. Şarkılar söylüyordum. Her gün, yarına köprü oluyordun. Sana okuyacağım, söyleyeceğim şeyleri bir gün önceden hazırlıyordum. Öyle yalnızdım ki…Öyle yalnızdık ki!”
Babam sanatçı kimliğinin ardına saklanarak içiyor. İçtikçe o kimlikten uzaklaşıyor. Zamanla annemi kendine, yaratıcılığına bir engel olmakla suçluyor. Yapamadıklarını anneme yüklüyor. Annemse ilk zamanlar buna inanarak susuyor, bu büyük suçlamayı sineye çekiyor. Zamanla, yalnızca susuyor. İnanmadan susuyor. Evliliği de boşanması gibi çünkü. Aniden. Kimseyi dinlemeyerek.
“Yapma…” diyorlar. “ Bizim ailemiz bu evliliği kaldıramaz. Adamın tipi tip değil. Sakal desen bir karış. Alkol, sigara… Kimin karşısına çıkarız bu meymenetsiz adamla? Kime anlatırız bu da bizim damadımız diye?”
Annem dinlemiyor bu sözleri. Dinleyemiyor. Öyle sevmiş ki…
“ Bayılıp kaldığım oluyordu evde. Zor bir hamilelik geçiriyordum. Anlamıyordu. Derken sahibi yok telefonlar gelmeye başladı eve. Ben açınca kapanıyordu. O açınca… Mutlaka acele gitmesi gereken yerlere çağırıyorlardı onu… Ona hiç sahibi yok telefon rastlamıyordu. Susuyordum… Ta ki…”
Ben doğduktan dört gün sonra geliyor babam. Hastanede içeri almıyorlar sarhoş diye. Beni çok sonra görüyor. Annem deliriyor.
…
“ Ne oldu peki? ”
Feride çok uzun süre susuyor. Sorumu tutup havada asılı kaldığı yerden önüne atıyorum. İrkiliyor, hafif bir sesle…
“Bilmem…” diyor. “Hiçbir şey olmadı galiba. Bir yerlerde yaşıyor herhalde… Benim gibi… Herhalde yaşıyor…”
Karşımda aniden değişen ruha bakıyorum. Bu, o olabilir mi? Ya da o, bu muydu?
Ayağa kalkıyor. Gidip pencereyi açıyor. Uzun süre soğukta kalıyoruz. Atlar ürperiyor. O ise hiçbir şey söylemeden çıkıp gidiyor!
…
Babam kovulmanın acısıyla beni ve annemi sonsuza dek lânetleyerek evden gidiyor. Onunla beraber suluboya tablolar, alkol şişeleri, o sivri egoizm, “Beni hiç anlamadın sen”ler, annemin gece nöbetleri ve aslında hiç var olmayan baba sıcaklığı da evden çıkıp gidiyor. Annem ağlıyor.
Annem, bir fiskede devirip aşkı, hayatı bana sunuyor.
…
Atları dizginlemeye çalışırken hayata tutunduğumun farkına varmıyorum. Feride’nin izdüşümlerini takip ettikçe ona dair bir şeyler öğreniyor, şaşırıyor, bocalıyorum. Kimi zaman bir kitabın arasından bir not fırlıyor, kimi zaman bir bakış -ansızın-, bir duruş -hepsinden farklı- beni ona yaklaştırıyor, beni ondan uzaklaştırıyor.
“AYNI EVDE, DENİZ AŞIRI ÜLKELERDE YAŞIYORDUK. ARA SIRA HÜZÜNLÜ AŞK ŞARKILARI ISLIKLAYAN TAYFALI GEMİLERLE HABERLER YOLLUYORDUK BİRBİRİMİZE. GEMİLERİN BATTIĞI ÇOK OLUYORDU YA, BİR DE LİMANA ULAŞABİLDİLER Mİ… DEĞMEYİN KEYFİMİZE! LANETLİ DENİZ KIZLARI ANİDEN YAŞLANIYORDU. SAÇLARI DÖKÜLÜYOR, ELLERİ TİTRİYOR, PULLARI RENK DEĞİŞTİRİP SOLUYOR, MATLAŞIYORDU.
GÜLÜYORDUK AMA… OKYANUSUN BÜYÜKLÜĞÜNÜ HEP UNUTMUŞ OLUYORDUK. ÖYLE ÇOK LANETLİ DENİZ KIZI VARDI Kİ… ANSIZIN HATIRLAYINCA BİZ YAŞLANIYORDUK.”
FERİ
…
Zaman bu büyük boşlukta eski ve dev bir sarkaç gibi delirtici bir yavaşlıkla sallanıp duruyor. Kapı çalıyor, telefon çalıyor… Televizyon; mekanikliğinin intikamını yaşamdan alırcasına ölüm haberleri yansıtıyor duvarlara. Duvarlar kan içinde. Feride olsaydı birlikte temizlerdik her şeyi. Sesleri, görüntüleri, kanları, beynimi, beni… Olsaydı Feride… Feride ol-say-dı… Feride!
…
Feride’nin bir yurtta gönüllü annelik yaptığını öğreniyorum. Tesadüfen. Ve tesadüfen bir parkta rastlıyorum ona, bir akşam üstü. Yanında bir çocuk. Ayakları çıplak. Saçları yapış yapış. Bir adamla kavga ediyor Feride. Adam ona tokat atıyor. Feride adamı tekmeliyor. Çocuğu tuttuğu gibi elinden oradan uzaklaşıyor. Parkta Feride’nin görüntüsü büyüyor, büyüyor!
…
Hastalık ansızın vuruyor. Annem parça parça uzaklaşıyor yaşamdan. Yaşam parça parça uzaklaşıyor ondan. Öyle çaresiz kalıyorum ki…
…
Çocuk büyük bir iştahla yiyor tabaktakileri. Sonra yine istiyor. Feride görüntüsüne hiç uymayan bir anne yumuşaklığı ve sıcaklığıyla tabağı tekrar dolduruyor. Anlamıyorum.
Duvardaki çerçeveme geri dönüyorum.
“KENDİNDEN BAŞKA VERECEK BİR ŞEYİ KALMAMIŞ BİR İNSANIN BUNCA CÖMERT OLMASI NE KORKUNÇ VE NE GÜZEL!” FERİ
Duvar yazıları çoğalıyor. Feride çoğalıyor.
…
Çaresizlik büyüdükçe küçülüyorum. Annemle beraber hiçliğe yuvarlanıyoruz. Annem hızla uzaklaşıyor. Ancak ben boşluğa -varla yokun arasına- çivilenip kalıyorum. Annemin yok oluşu tıraş edilmiş bir adamın kafasına damla damla akıtılan su gibi devamlı ve çıldırtıcı bir gürültüyle düşüyor yüreğime… Yüreğim bu zulüm karşısında, bu işkence karşısında -acısını gizli bir parola gibi gömüp zihnine- dilini koparıp atıyor.
Yüreğim bir daha hiç konuşamıyor!
…
Çocuk gidiyor. Nereye, neden bilmiyorum. Feride söylemiyor. Ben atların dizginlerini sıkı sıkı tutuyorum.
…
Dönseydi Feride… Gel-sey-di… Neler sorardım ona… Derdim ki… Neredeydin? Neden gittin? Ben şaka yaptım…Yal-nız-ca şa-ka… Ne komik değil mi?
…
“ Feride. Saçlarımı tarar mısın? ”
Saçlarımdan sular damlayarak, yalın ayak, tarak elimde karşısına dikiliyorum. İstiyorum ki, git terliklerini giy, üşürsün, desin. Demiyor. Kırılıyorum. Gülerek gel diyor. Oturuyorum önüne… Elimden tarağı alıyor. Önce uçlarını açıyor saçlarımın…
… Tıpkı… tıpkı …
Sonra elleri giderek başımın üzerine uzanıyor. Gözlerimi kapıyorum. Yavaş yavaş… İncitmeden… Severek tarıyor. Tıpkı…
… Annem gibi…Elleri annemin yumuşacık elleri gibi…Annemin…elleri… Anne! …
…
Sabaha kadar ellerini ellerimin içinde tutuyorum annemin. Ölüm üşütmesin diye!
…
Feride gelse… Saçlarımı sevse…Gülse yine annem gibi…Yumuşacık gülse… Feride gelse… Feri-de… gel-se… Feri-de…
…
O gece başımı koyup Feride’nin kucağına, uyuyorum. Ne güzel… Tanrım, ne güzel!
…
Annemi götürüyorlar.
“Dikkat edin, elleri üşümesin!”
Ağlıyorum. Çiçekler ilişiyor gözlerime… Onu reddeden ailesinden gönderilen bir lütuf gibi. Dayanamıyorum…Tekmeliyor, tekmeliyorum…
…
Feride büyük bir sevgiyi kendine ait dünyanın sırlarıyla alıp gidiyor. Gitmesini ben istiyorum.
Anneme öyle benziyor ki artık… Beni reddeden bir Tanrı’dan gönderilen bir lütuf gibi.
Dayanamıyorum… “Git… Git!” diye haykırıyorum.
…
“ Feride mi? Ah, evet. Annem yarın burada olacak… Yarın ararsanız evde bulabilirsiniz… Ben kızıyım efendim… Ben… Feride’nin biricik kızıyım!”